‘Konuşarak Daha Çok İnsana Dokunuyorum’ (*)
(*) Çetin Yılmaz-Türkiye Basketbol Milli Takımı Eski Koçu
Benim için başarı kıstası, salondaki skorboardda yazandan çok içimdeki skorboardda oluşan sonuç olmuştur. O beni galip ilan ediyorsa benim için en önemli kriter budur. Dolayısıyla şampiyonluklar, kupalar, madalyalar hep ikincil plandaki unsurlardır.
Parkelerin enerji dolu, yerinde duramayan koçu Çetin Yılmaz… Hem kulüpler düzeyinde hem de milli takımlar seviyesinde pek çok başarıya imza atan başarılı bir teknik direktörken aldığı ani bir kararla basketbol kariyerine son verir. Verir vermesine ama yine de tam olarak kopamaz ondan. Zira o kendine has konuşma tarzıyla bazen maçları yorumlarken yakalarız onu. Ve bir zaman sonra bambaşka bir kimlikle çıkar karşımıza; büyük firmalara yönetim danışmanlığı yapan bir konuşmacıdır artık.
Basketboldan tamamen uzak biri misiniz artık? Yönetim danışmanlığı, konuşmacılık ve deneyim paylaşımıyla ilgili bir kariyerinizin olduğunu da biliyoruz. Bunların nasıl geliştiğini ve basketbola dönme ihtimalinizin var olup olmadığını öğrenerek başlamak istiyorum.
Kendimi bildiğimden beri çok yoğun bir şekilde basketbolla uğraşıyorum. Başarılı olunca, takımların mücadele ettiği platformlar yükseldikçe yani genç takımlar düzeyi, A takımlar, sonra şampiyonluk, ardından Avrupa kupaları derken işe olan konsantrasyonumuz da beraberinde yükseldi. Çok yoğun, çok zor, çok tempolu, evden uzak, hayatın havaalanında, spor salonunda, otelde ve maçta geçtiği bir ömür yaşadık. Ta o zamanlarda ben bu konuşmaları yapıyordum aslında. İlk nasıl başladığını anlatayım isterseniz; 2001 yılıydı, milli takımı çalıştırıyorduk, yanılmıyorsam Lütfi Kırdar’da bir insan kaynakları sempozyumu vardı. Orada bir davet aldı basketbol milli takımı, hani 12 dev adam hikâyesi, şarkıları vardı ya o dönem işte. Mevzu gündemde olunca İK sempozyumu da acaba basketbol camiası bu olaya nasıl bakar diye bizi davet etti ve orada bir konuşma yaptık. Sonrasında bana böylesi teklifler gelmeye başladı. İşin aslı pek de sıcak bakmıyordum işimden ve koşuşturmadan dolayı. Fakat şu an çalışmakta olduğum Speaker Agancy, benden hiç vazgeçmedi. Bu arada son 6-7 yıllık zaman diliminden bahsediyorum. Anadolu Efes’le çalışırken bana ayda bir iki kere de olsa bu platformdan uzak kalmamam gerektiğini ısrarlı bir şekilde vurguladılar ve fırsat buldukça bu işleri yapmaya başladım ve zaman sonra keyif de aldığımı fark ettim.
Dönüm Noktası!
İşin bir de manevi yönü var tabi. Hayat hızla akıp gidiyor, zamanı kontrol etmenizin imkânı yok. Yakınımdaki insanlar; takım arkadaşlarım, meslektaşlarım sapır sapır dökülüyorlar. Dünyalarını değiştiriyorlar. Sonra bir ara kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum; ya sen ne yapıyorsun böyle, biraz ailene, kendine vakit ayırsana!
Hayattan öyle kopmuşuz ki bir şişe su kaç lira onu bilmiyoruz. Nihayetinde kararımı, Speaker Agancy vasıtasıyla profesyonel konuşmacılık üzerine çalışmak yönünde verdim. Ki bir gün onlara dedim ki bana ısrar ediyordunuz, alın işte ben de şimdi bu kararı verdim. İtiraf etmeliyim ki hayatımda aldığım en iyi kararmış bu.
Oyuncularım Kaderin Bana Emanetiydi
Süreç geçince, bu konuşmaları yaptıkça daha çeşitli ve daha çok insana dokunduğumu hissettim. Eskiden şunu görüyordum; basketbol koçluğu yaparken belli başarıları elde ettikten sonra amacınız, şampiyon olmanın yanına o çalıştığınız 15 genç adamı hayata hazırlamak oluyor ve böylece manevi bir görev yüklüyorsunuz kendinize. Çünkü yaşınız olgunlaşıyor, büyüyorsunuz, madden ve manen bir takım tatminler yaşıyorsunuz. Benle çalışan her oyuncuyu kaderin bana bir emaneti olarak görüyor, onların kişisel gelişimini bir fiil üstüme alıyor, sırf sahadaki maçı kazanmayı değil, bu çocukların hayatla oynadıkları maçı kazanmalarını sağlamayı da vazife addediyordum. Şimdi bu felsefede bir koç olarak konuşmacılığa başladığımda, daha fazla insanın hayatına dokunduğumu hissetmeye başladım. Bu dokunuşlar, işten ziyadesiyle zevk almama vesile oldu. Nitekim şu anda burada bulunmanızın nedeni de budur! Yani değişik söylemleri olan, hayata, son zamanlarda unutulan bir perspektifle bakan bir koç, bir yönetici görmek insanları mutlu ediyor ve meraklandırıyor. Ve bir şey daha; bütün bu görüşlerim gerçek ve samimi olduğu için konuşmamın sahici olduğuna da ikna oluyorlar. Oyuncularımın bu hayata hazırlanması iç dünyamda çok önemli bir yer kaplamasa, -mış gibi yapsam, beni dinleyen herkes anlar o samimiyetsizliği. Hülasa benim için başarı kıstası, salondaki skorboardda yazandan çok içimdeki skorboardda oluşan sonuç olmuştur. O beni galip ilan ediyorsa benim için en önemli kriter budur. Dolayısıyla şampiyonluklar, kupalar, madalyalar hep ikincil plandaki unsurlardır.
Basketbolda antrenörün takım üzerindeki hâkimiyeti, futbola nazaran daha fazla. Futbolda teknik direktörün fonksiyonu maçın başlamasıyla birlikte sona erer fakat sizde öyle değil. Maçın bizzat içindesiniz. Bu, teknik adam faktörünün diğer branşlardan ziyade basketbolda ne kadar mühim bir unsur olduğunu ortaya koyuyor. Peki, siz nasıl değerlendiriyorsunuz mevzuyu?
Şu benzetmeyi yaparsam okurlarımızın konuyu daha iyi resmedeceğini düşünüyorum; ben, elinde joystick olan bir bilgisayar oyuncusu gibiyim aslında. Daha doğrusu bütün basketbol koçları böyledir. Ve bu, sezonun ilk maçıyla başlar, son maçıyla da biter. Yani mesainiz 7/24 devam ediyor demektir. Çünkü gecenin bir yarısı da olsa oyuncunun problemi senin problemindir.
Basketbol öyle bir oyun ki, ona hayatın başka bir versiyonu olarak bakmak gerek. Hayatın içinde ne oluyorsa basketbol sahasında da bu olanlar yaşanıyor.
Basketbolda oyuncu açısından bir takıma aidiyet hissi, tarafgirlik duygusu daha az gibi. Yine futboldan örnek vereceğim. Üç büyükler arasında pek oyuncu alışverişi olmaz. Olduğunda da kıyamet kopar. Bir oyuncu bir takımın sembolü haline geldiyse kendini başka bir takıma yakıştıramaz. Hakeza taraftarı da öyle. Ama basketbolda bu geçişler çok daha rahat ve sorunsuz oluyor. Neden sizce?
Basketbolla uğraşan sporcular, antrenörler, medikal ve idari ekip, gerçekten bu toplumun iyi eğitimli ve donanımlı popülasyonundan gelen insanlardan müteşekkil. O yüzden burada ciddi bir entelektüel birikim var. Böyle bir birikimin olduğu yerde de şovenizm ve fanatizm haliyle azalma eğilimi gösterir ki bu durum hayatın tüm parametrelerinde böyledir. Politikada da böyledir mesela. İnsan kendini politik olarak donattıkça karşısındakiyle fikir bazında uyuşmasa bile onu anlamaya, tolere etmeye, hakaret etmeden ve anlayışla karşılamaya daha eğilimli oluyor. Ne zaman ki eğitim ve kültür seviyesi düşüyor, öbür tarafa karşı daha acımasız olmaya başlıyorlar. Bir İskandinav ülkesi meclisine bakın bir de Orta Doğu ya da Orta Asya ülkesi meclisine. O zaman bu söylediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Basketbola dönecek olursak yine; nasıl İskandinav meclislerinde böyle fanatik, şoven, acayip davranışlar yoksa burada da ekseriyetle olmuyor. Zira bu profesyonel bir iştir; ben hangi takımdan para alıyorsam o takıma kapasitem neyse maksimumunu veririm. Kapasitem bitince de düşer bayılırım. Buradaki mantık budur. Bilimsel çalışırım, gıdama dikkate ederim, uykuma dikkat ederim, koçlarım ne diyorsa onu yaparım… Bizde bunlarla ilgili sorunlar yaşanmaz mesela; oyuncum dediğimi yapmıyor, gece hayatı var gibi söylemler bizim bilmediğimiz şeylerdir. O yüzden de başka bir takıma geçtiği vakit onun için fark eden pek bir şey olmuyor. Ama şöyle bir avantajın varlığını da görmezden gelemeyiz ki bunu ben bizatihi yaşadım. Fenerbahçe’ye ilk transfer olduğum sene takımımın 12 oyuncusu da Fenerbahçeliydi. Ve öyle Fenerbahçeliler ki antrenmandan çıkınca futbol maçına gidiyorlardı. Doğruyu söylemek gerekirse bizlerin öyle ahım şahım futbol bilgisi de yoktur. Ama bunlar koyu Fenerbahçeli çocuklardı. Ve hiç unutmuyorum Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmışlardı; bu Fenerbahçe küme düşer diye. Gerçekte olansa ligi birinci bitirdiğimizdi. Cumhurbaşkanlığı kupası Fenerbahçe tarihinde ilk kez o dönem o çocuklarla kazanıldı. Çocuklar hem kanlarının son damlasına kadar efor gösteriyor bir de Fenerli olduklarından takımları için ekstra çaba sarf ediyorlardı. İşin enteresan tarafı ben Fenerbahçeli değilim. Lakin onların bu yoğun kulüp sevgisi, Aliço, Necdet, Hakan, Ferhat, Kemal Dinçerli kadro, benim Fenerbahçe’ye saygı duymama neden oldu. Hafta sonu futbol ligine bakınca gözüm otomatikman Fenerbahçe’ye gidiyordu. Çünkü o kulüpte çalıştığım için bir sürü tanıdığım insan var. Ve insan arkadaşlarının mücadelesini daha bir merak ediyor.
Basketbolla uğraşan sporcular, antrenörler, medikal ve idari ekip, gerçekten bu toplumun iyi eğitimli ve donanımlı popülasyonundan gelen insanlardan müteşekkil. O yüzden burada ciddi bir entelektüel birikim var. Böyle bir birikimin olduğu yerde de şovenizm ve fanatizm haliyle azalma eğilimi gösterir ki bu durum hayatın tüm parametrelerinde böyledir.
NBA’in meşhur antrenörlerinden Phil Jackson, Doğu ve Kızılderili felsefelerinden aldığı ilhamla ortaya yepyeni bir liderlik modeli koydu ve bu sayede yıllarca zirvede kalmayı başarabildi. Sizin de liderlik vasıflarınız bir hayli fazla. Hatta onlarla ön plana çıkıyorsunuz. Peki, bu minvalde Çetin Yılmaz’ın beslenme kaynakları nelerdir? Öğretilerine temel teşkil eden kaynaklar hangileridir? Felsefesi nedir?
Benim felsefem çok açık; iki buçuk kelime! Bir, bilimsellik; buçuğu, yeniliğe açık olmak; diğer bir de, dürüstlük. Ve bunların yanında da çalışmak var ama öyle böyle sıradan bir çalışmak değil, kendini yırtarcasına, deliler gibi çalışmak! Dürüstlük çok önemli burada. Dürüst olarak bir maç kazandıysan başarılısındır. Hakemi satın alarak başarılı olduysan bunun benim başarı anlayışımda bir karşılığı yoktur ve olamaz da. Ve siz böyle bir yaklaşım ortaya koyunca da oyuncunuz size saygı duyuyor. Tabi sahiciyseniz.
90’lı yıllarda Efes Pilsen’le başlayan Türk basketbolunun yükselişi, devamında istikrarlı bir şekilde sürdü. Ancak Yugoslavya kökenli ve diğer yabancı oyuncuların katkılarıyla kulüpler bazında gelen başarılar milli takım seviyesinde pek de yakalanamadı. Bu tabloyu nasıl okumak gerekir?
Hayatta neye bakarsan bak, sırf spora değil, politikaya, evliliğe, arkadaşlığa, nerden baktığın çok önemli. Eğer İstanbul’a Moskova’dan bakıyorsan, İstanbul güneyde; Kahire’den bakıyorsan İstanbul kuzeyde kalır. Türk basketboluna da hangi gözlükle baktığın önemli. Dışarıdan bakıldığında devşirme oyuncularla bu iş belli seviyeye geldi denebilir belki ama aslında öyle değil. Mirsad, Sırbistan’da bir Türk şehrinin Türk çocuğu. Asım Pars, o da Bosnalı, Müslüman ama basketbolu burada öğreniyor. Hidayet de Boşnak ama İstanbul’da doğuyor. Şu an Türk Basketbol Milli Takımı yıldızlar, gençler ve ümitler kategorisinde dünyanın daima ilk dördünde, kötü bir sezon geçirirlerse ilk sekizinde yer alan bir takımdır. Buna başarısız denemez. Kulüplerde ise şöyle bir şey var. Avrupa’da başarılı olmak için yabancı oyuncuya karşı bir takıntı söz konusu. Nitekim Fenerbahçe bildiğiniz gibi Avrupa’da derece yaptı. Ve takımın iskeleti yabancılardan oluşuyordu. Bu durum milli takımın başarısını etkiliyor çünkü yabancı oyunculardan Türkler fırsat bulamıyor oynamaya. Mutlaka sınırlama getirilmesi lazım. Eğer milli takımlar seviyesinde bir daha Avrupa ikincisi olmak istiyorsan Türkiye liglerinde Türk oyuncuların oynaması için kurallara esneklik getirmek zorundasın.
Dışarıdan Türk basketboluna bakış nasıl peki?
2001 Dünya Şampiyonası ABD’deydi. Bizi oradaki kampa Detroit Pistons takımı davet etti ve 15 gün misafir ettiler. Otele, yemeğe, salona para vermedik bu süre zarfında. Fakat bu misafirperverlik karşısında istedikleri şuydu; birer buçuk saat Aydın Örs ve Çetin Yılmaz’dan Avrupa basketbolu hakkında brief almak! Bundan daha büyük saygı olur mu? Bugün Amerika’da herhangi bir üniversiteye, yeri olan bir Türk koç, kuvvetli bir tavsiyeyle bir oyuncusunu vermek isterse, o okula burslu yazdırabilir. Ki orada bir üniversite fiyatı yıllık 40-50 bin dolardır. Şu anda da bu yöntem izlenmektedir. Bizler bunu yapıyoruz.
Amerika, basketbolun doğduğu ülke ve üstü düzey bir ligleri var. Bu tür varyetelere ihtiyaçları var mı sizce?
Aradaki makas git gide kapanıyor. Özellikle kolej liglerinde Avrupalı oyuncular çok tecrübeli ve bilerek oynuyorlar bu oyunu. Avrupa’daki koçlar Avrupalı oyuncuları daha akademik yetiştiriyor. Sahada daha bilinçli oynuyorlar. Eskiden ABD’li oyuncu hem yetenekli hem işi daha iyi biliyordu. Fakat Avrupalı koçların yaptığı son atakla aradaki makas büyük ölçüde kapandı ve oyuncular formatında eğer atletik bir fark yoksa Avrupalı basketbolcuların bilgisi tercih edilir olmaya başlandı.
Ben bir sosyoloğum ve konuya bir de bu açıdan bakmak istiyorum. Burada toplumumuzun bildiği gibi bir Amerika, Almanya, Fransa yok. Oradaki insanlar çok renkliliğe, çeşitliliğe önem veriyorlar. Yani takımında bir Avrupalı oyuncu olması, bir Türk oyuncu olması, bir Müslüman oyuncu olması, o koç için bir zenginlik. Bunların bakışı böyle. Burada ne anlatırlarsa anlatsınlar palavradan öteye geçmez. Benim oğlum da yurtdışında okudu basketbolcu olarak California State’de. Oraya gittiğimde gördüm ki bir aile onun bütün sorumluluğunu hissetmiş. Ramazan Bayramı diye kadın internetten mantı tarifi almış ona Türk yemeği yapayım diye. O mantıyı yediğin vakit zehirlenmemek elde değil ama güzel kısmı, iyi niyetle Müslüman Türk basketbolcusuna orada annelik yapıyor olması. Bunlar çok kıymetli şeyler.
Sporun tek bir politikası vardır ya da olmalıdır; herkes kardeştir ve eşittir!
Benim Yahudi, Rus, Yunanlı, Siyah ve Beyaz Amerikalı oyuncularım oldu. Beyefendisi de oldu, fırlaması da oldu. Kayserili Hacı Amcanın oğlu da oldu, ODTÜ’lü bir ateist de oldu. Bunların tek bir ortak yönü vardı; hepsi pırıl pırıl delikanlılardı. Hiç öyle anlattıkları gibi değiller. O yüzden ayırt etmemeyi, herkesin eşit olduğunu gönlüne sindirmiş bir koç olarak benim basketboldaki tek politikam eşitlik, kardeşlik ve barıştır. Bana bugün, Çetin Hocam kavgaya gidiyoruz yanına iki oyuncu al da gel deseler, alacağım oyuncuların biri Yunanlı Vasiliadis diğeri de Ankaralı Kerem Gönlüm olur. Hadi bana bunu izah edin bakalım! En önemli sırlarımı paylaştığım kişi, Yahudi asistan koçumdur. Hiçbirinin vatanı, milleti, dini, imanı benim umurumda değil. İzah edebilir misiniz peki?
Basketbol ve iş dünyasının alt başlıklarını kıyasladığımızda çokça ortak nokta görebiliyoruz. Takım-ekip, star-şef, koç-CEO, izleyiciler-müşteriler, hakem-aracı kurumlar gibi. Bu benzerlikleri nasıl kullanıyorsunuz? Bir de konuşmalarınızı salt kendi deneyimleriniz üzerine mi şekillendiriyorsunuz yoksa hitap edeceğiniz kesimin dinamiklerini de göz önünde bulunduruyor musunuz?
Ülkede, kendini geliştirmeye çalışan, entelektüel dedikleri adam olma çabası içerisindeyim. Kendimi her gün geliştirmeye, donatmaya çalışıyorum. Bunun getirdiği bir hediye var konuşmalarımda, çünkü ben kendimi bildiğimden beri okuyorum. Benim bu noktada avantajım, anlattıklarımın teoride kalmaması. Motivasyonla bir yere varılmayacağını, vatan-millet-sakarya edebiyatıyla, dualarla başarılı olunamayacağını, başarılı olabilmenin tek kriterinin deli gibi çalışmak olduğunu, diğer kriterlerin de etkileyici faktörler olduğuna inanıyorum ben. Ve bunları yaşıyorum. Kendini teoride geliştirmeye çalışan bir adam olarak öğrendiklerimi pratikte uygulama imkânım oluyor. Bu bir. İkincisi, basketbol koçluğuyla bir banka, restoran, askeri birlik, cerrahi operasyon ekibi yöneticiliğinin birbirinden farklı olmadığını düşünüyorum. Çünkü hepsinde gerekli olan şey şu; disiplin, planlama, organizasyon, hazırlık, çokça tekrar, tecrübe, iş bölümü… Ve hepsinin en ortak yönü bunları insanın yapıyor olması. Hepimiz insanla uğraşıyoruz. Sadece seni değil, senin psikolojini, geldiğin toplumu, kültürü, çevreni de bilmem gerekiyor. Sana ve ait olduğun yapıya saygı göstermem gerekiyor ki verim alabileyim. Sahada benim için öl, kendin için öl! Ben senin kalbini kırarsam başarılı olamam. Üçüncü olarak da, bir şirkete gidip konuşma yapacaksam, o şirket hakkında beni, şirketin genel müdürü, yardımcısı veya direktörleri yaptığımız toplantıda bilgilendiriyorlar. Notlar alıyor, beklentilerini öğreniyor ve onun üzerine çalışmalar yapıp en sonunda da konuşmayı gerçekleştiriyoruz.
Motivasyonla bir yere varılmayacağını, vatan-millet-sakarya edebiyatıyla, dualarla başarılı olunamayacağını, başarılı olabilmenin tek kriterinin deli gibi çalışmak olduğunu, diğer kriterlerin de etkileyici faktörler olduğuna inanıyorum ben.